Ülkemizde fakirliğin kol gezdiği zamanlardı. Gün boyu tarlada takında boğazını doyurmak için çalışan köylüler evlerine karanlık çökmeden gelirlerdi. Çünkü akşamın olması karanlığın çökmesi demekti.

Evde olanlar mevsimine göre zoraki bulduğu bazı otlardan yemek yapar, çoğunu da ekmeksiz yerlerdi. Mısır unu dahi olsa o vakitle temin etmek zordu.

Güneşin batmasıyla karanlık sadece gözlere değil, insan ruhuna da çökerdi. Özellikle kış geceleri bitmek bilmezdi. Soğuk bir yandan, fakirlik bir yandan. Bir de güneşten, yani gün ışığından mahrumsanız sabah olmazdı.

İdare lambası denilen lamba önceleri evin temel aydınlatma eşyasıydı. Metalden bir kabın içine konulmuş “fitil” denilen çaput ile gazyağı bir araya gelince insanların bir birlerinin suretlerini tam olarak göstermese bile kim olduğunu anlayacak kadar ışık verirdi.

İdare lambasını sabaha kadar yakmak biraz külfetti. Her ne kadar köylerde farklı aydınlatma araçları kullanılıyorsa da çoğunluk “idare” yolunu seçmişti. Bu mahkûmiyete yakın bir mecburiyetti.

Zaman ilerleyip köylünün eline biraz daha para geçince idare lambası yerini “Beş numara” gaz lambasına bıraktı. Ancak idare lambası tamamen ortadan kalkmadı. Çünkü bazı odalara veya kapı önlerine kısa süreliğine çıkmak için birkaç dakika kullanılır, daha sonra bulunması gereken yere konulurdu.

Şimdi elektrikle büyümüş nesli, böyle bir ortam böyle şartlarda bir hafta yaşamasını sağlasak dahi, böyle bir hayatın uzun süre yaşandığına inandıramazsınız.
İdare lambası bizim gözümüzden çok gönlümüzü aydınlatıyordu. Ne mutlu gönlü aydın olanlara.