Çocukluğumuzda ramazan ayı günlerin en kısa, gecelerin en uzun olduğu günlere denk gelmişti.

Sanırım ikinci sınıftaydık her gün elimizde bir parça odunla boyumuza yakın yükseklikte karda ilk gidenlerin açtığı çığırdan kayarak, kayarken düşerek, kar sularının oluşturduğu su göletlerine bata çıka okula varırdık. Gittiğimizde soba başında ıslanmış ayaklarımızı, öğretmenin müsaade etmesi şartıyla ısıtırdık. Mevsimlerden kış, aylardan ramazan. Okuldaki en önemli konumuz kimin kaç gün oruç tuttuğuydu. Bir yarış bir iddia halindeydik herkes rakibinin çetelesini tutar, en fazla oruç tutanlar en havalılar olurdu. Bir de akşam teravihe gitmek, sahura kalkmak çok havalıydı. Herkesin bir keseden veya poşetten bir kumbarası olurdu bayram harçlığını biriktirdiği. Anın çok geniş, bereketli olduğu, bayramların gelişinin hasretle beklendiği zamanlardı. Bayramda harçlık verme ya da alma kültürü yoktu. O nedenle herkes genelde, bakkala gittiğinde para üstlerinden harçlık biriktirirdi. Kadir gecesi, arife günü çok heyecanlı olurdu. Gurbetten, yatılı okullardan, üniversitelerden, yatılı Kur’an Kurslarından gelenler ramazanın son gecelerinde, iftarlarda, teravihlerde maharetlerini sergiler, öğrendiklerini mahalleliye aktarırdı.

İşte bu atmosfer içerisinde geçen rahmet ayıyla ilk karşılaşmamızda tam altı gün orucumu tamamlayabilmiş ve arkadaşlar arasındaki itibarımı sağlama almıştım. Bir sonraki yıl ise tam yirmi beşinci günde hasta olmuş ve müsabakada geriye düşmüştüm. Tamamını tutabilen sanırım bir kişi olmuştu. Sezai Karakoç’un: “İslam bir sevinçti, kaplardı içimizi” diye ifadesinden mülhemle; ramazan içimizi ruhumuzu kaplayan bir sevinçti bizim için.

Televizyonlar, çarşılar, pazarlar, geceler, gündüzler her yerde bir sevinç olurdu bunu hissederdik. Evet televizyonlarda özellikle sahur saatinde yayınlanan dini içerikli filmler izler, çekim hatalarını hiç fark etmezdik. İzler etkilenir çocuk dimağımızla kıssadan hisse alırdık.  Televizyonda yerleşmiş değerleri aşağılayan konuşmalar, dizi filmlere denk gelmezdik. Belki vardı ama bize yansımamış en azından. 

Evet sözü çok uzatmadan, yormadan son günlerde yayınlanan bir diziye getirmek istiyorum. Bu dizide içkili bir mekânda iftar açma ile ilgili bir sahne konuşuluyor sosyal medyada. Seküler bir dizi karakterinin laiklik kavramını gerekçe göstererek oruç tutanların, tutmayanlara saygılı olmaları gerektiği algısını veren, oruçlu olanların bu mekanlara gelip diğer insanları “rahatsız” edeceğine orucunu evde açması gerektiğini ifade eden aşağılayıcı bir dille yakışıksız ve yaralayıcı bir mesaj verildiğine şahit oluyoruz o sahnede.

Peki neden? Neden bu söylem bir dizinin içine yerleştirilir? Bence şunun için: Medya bu ülkenin değerlerini yok etmekle vazifeli kurumsal bir organizasyondur. O sahneyi çektiklerinde hem insanların tepkisini yoklamak hem de oruç ibadetini sakil göstererek, elit kesimin sözüm ona oruç tutmaktan muaf bir kitle olduğu imajını vermek amaçlarından birkaçı olabilir. Ama asıl amacı Z kuşağı diye tanımladıkları bu ülkenin gençlerine, çocuklarına oruç ibadetini; yine ergenlerin diliyle ifade edersek, “ezik”lik emaresi olduğu mesajını en üst perdeden vermektedir. Dindar, kendi halinde temiz bir hayat yaşamaya çalışan insanları, aileleri gençlerin gözünde itibarsızlaştırmak hatta kendi ailesine karşı bu tarz itirazlar geliştirmesine temel oluşturmak da amaçlarından biri olabilir. Zaten toplumda bu durumu yaşayan çok aile var. Gölgesinde büyüyen yetişen çocukları, seküler bir ailede yetişenden farksız olan binlerce aile var.

Bu ülkenin değerlerini tartıştıkça, gelenekten kopardıkça aslında geleceğimizden, istikbalimizden bir parça koparıp çöpe atmış oluyoruz. Değerler sadece ibadetler değil dini kavramlar alışkanlıklar değil elbette. Bizi biz yapan kırmızı çizgilerimiz dahilinde insanlar elbette zamana göre değişim gösterir. Ama kırmızı çizgiler söz konusu olduğunda başlangıç noktasına dönebilecek bir nesli geleceğe taşımak zorundayız. Bu içeriklere sahip yapımlar yayınlar usulünce uyarılmalı toplumun ortak değerlerini iğfal etmesine izin verilmeleridir. Bizim çocukluğumuzda  nasıl ruhumuza lezzet katıyorsa bu mübarek ay; bizim çocuklarımızın da bu hisleri yaşaması onların en tabi hakkıdır.