Orta boyluydu. Esmer, hüzünlü ve kederli bir yüzü vardı. Sevgisine hiçbir sınır çizmemişti. Onu bol bol dağıtıyordu. Aklı fikri çocuklarında. Sessizdi, kendi içinde yaşar, kimseyi kırmak istemezdi. Ölümü de çocuklarını fazla üzmemek isteğinden doğmuş olmalıdır. Hep kendini bağışlaması için Tanrı’ya yalvarırdı.

Bir dertleşmemizde bana şöyle diyordu; “Güvendiğim bütün dağlara kar yağdı. Ve ben bütün hayatımı mahrumiyet içinde geçirdim. Saadeti ömrümde bir kez bile tatmış değilim.”

“Benden zarar gelmez kimseye, ben kendi halinde yaşarım. Dilsiz değilim susamam öyle ölüler gibi.”

İnsanlara karşı karşılıksız büyük bir sevgi beslerdi. Bunu bakış ve konuşmalarında görmek mümkündü.

Yalnızlık…içinde biriktirdiği yalnızlık olgusunu gözlerinde yansıtan anamda bu kavram zamanla özleme dönüşürdü.

Derdi ki: “Bütün tanıdığım insanlar susarak bana bakıyor, penceremden sen uzanıyorsun oğul, her odada sen.”

Anamın yalnızlığı “Garip olma, garip kalma gibi bir yalnızlıktı. Yalnızlığı hayalleri ile birleşir, bazen de aile özlemine dönüşürdü.” Yine derdi ki: “Ben ölsem be oğlum nem Var ki sana kalacak.”

Ya hayallerim ne olacak?

Ya sen ele güne karşı ne yapacaksın? Ya oğlum.

Olsun ana derdim, çıplak doğurdun beni, ben de çıplak giderim. Bu durumu içinde bulunduğu hastalığına, hastalığının getirdiği bir ruh haline bağlardım.

Anamın konuşmalarında ölüm de egemendir.

“Bugün çok sevdiğim sizlere doyamayacağım gibi geliyor. Daha seninle yaşayamadıklarım var, doya doya sarılamadıklarım var, omuz omuza veremediklerim var. Fakat bilinmez ki mukadderat.”

Bir ana yaşamıştı Osmancık’ta.

Adı Nazmiye Cebeci’ydi.

Bilseydi hatırlanacağını,

Ölümünden sonra,

Memnun olurdu.

Mustafa CEBECİ

05.02.2023