Tarih, 13. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasında Osmanlı Devleti adında bir cihan devletine şahit olmuştur. Osmanlı Devleti gibi çağ açıp çağ kapatan büyük bir devletin kendine has edebiyatının adıdır Divan Edebiyatı.

Kendine özgü bir takım biçimsel ve içeriksel kuralları olan bu edebiyat, Osmanlı Devleti’nin dünya tarihindeki konumuna göre iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Şöyle ki: Devletin kuruluş ve gelişme dönemleri aynı zamanda Divan Edebiyatı’nın kuruluş ve gelişme dönemlerine tekabül eder. Osmanlı’nın üç kıtada hükmedecek düzeye ulaştığı 16. yüzyıl ile 17. yüzyılın ilk yarısı aynı zamanda Divan Edebiyatı’nın zirvede olduğu dönemdir. Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemi olarak kabul edilen 19. yüzyılda ise yerini yeni bir edebiyata bırakmıştır.

Edebiyat tarihimizdeki konumu bile yaşadığı dönemin devletinin tarihî sürecine uygunluk gösteren bu edebiyatın, muhteva bakımından toplumsal hayatın dışında olması düşünülemez. Yıllardan beri edebiyat tarihlerimizde ve konuyla ilgili edebiyat kitaplarında bize öğretilen “Divan Edebiyatı halktan uzak, soyut konuları işleyen bir hayaller edebiyatıdır.” düşüncesi maalesef bu edebiyata farklı bir gözle bakılmasına neden olmuştur. Şurası bir gerçektir ki, insan bilmediğinin düşmanıdır.

Divan Edebiyatı’nı bir kültür hazinesi ve mirası olarak düşünmeliyiz. Divan Edebiyatı metinlerinin dili bize ağır gelebilir. Ancak, Divan Edebiyatı’nın dilinin ağır oluşundan ziyade, bizim hafif olup olmadığımızı sorgulamamız gerekir. Bugün, Şekspir’in dili İngiliz gençlerine, Victor Hugo’nun dili Fransız gençlerine, Gogol’un dili Rus gençlerine ağır gelse de onlar bu sanatçıları severek okurlar.

Yeryüzünde tarihî ve kültürel miraslarından kopuk bir şekilde yaşamayı medeniyet zanneden, nesillerini onlardan uzaklaştırmak için çabalayan başka bir millet var mıdır bilinmez. Son yıllarda bu hatanın farkına varılmış olmalı ki, Divan Edebiyatı’nın kültürümüzün bir parçası olduğunu ortaya koymaya çalışan insanların sayısı her geçen gün artmış ve bu edebiyat yeniden hak ettiği değeri bulmaya başlamıştır.

Divan Edebiyatı gerçekten hayattan kopuk, soyut ve bir hayaller edebiyatı mıdır? Bu sorunun cevabı “kesinlikle hayır”dır. Yaklaşık olarak altı yüz yıl hakimiyetini sürdürmüş olan bu edebiyatın temsilcileri, sık sık, içinde bulundukları toplumun yaşam biçimlerini, adet ve geleneklerini, inançlarını kısacası pek çok kültürel değerini şiirlerine yansıtmışlardır. Hangi Divan Edebiyatı ürününe bakarsanız bakın, mutlaka o ürünün yazıldığı döneme ait izleri -az veya çok- görürsünüz. Çünkü bu şiirleri yazanlar, bizzat toplum içinde yaşayan, toplumla bir şekilde içli dışlı olan kişilerdir. Yapılan araştırmalar padişah, şeyhülislam ve kadı gibi devlet erkanından kişilerin yanında kasaptan kunduracıya, terziden demirciye kadar hemen her meslekten Divan şairi olduğunu göstermektedir. Sözgelimi Nasûhî aktardır. Yine Enverî namıyla bilinen bir başka Divan şairinin mesleği yorgancılıktır. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu şairlerin şiirlerinde halktan uzak bir tutum izlemeleri sizce mümkün müdür?

Divan Edebiyatı’nda toplum hayatının ve kültürünün yansımalarına dair birkaç örnek vermek istiyorum:

Erbabına malumdur ki, şitâiyye denilen ve genellikle nesib bölümlerinde kış mevsiminden söz eden kasideler vardır. Şitâ, kış demektir. Bu bölümde kış mevsiminin özelliklerinin yanında, insanların kış mevsimini değerlendirme yolları da anlatılır. Aynı şekilde bazı mesnevilerde şitâiyye başlığı altında aynı konulardan söz edilir. Örneğin, 17. yüzyıl şairi Nev’izâde Atâyî’nin Sâkînâme adlı mesnevisinden alınan aşağıdaki beyitlerde kış mevsiminde genç erkeklerin kar topu oynayışları, genç kızların buzda kayışları dile getirilir:

Atar kar topın nev-cevânlar yine

Kayar buzda meh-pâreler pür-şitâb[1]

(nev-cevân: genç erkekler; meh-pâre: genç kız; pür-şitâb; aceleyle, hızlıca)

Televizyon, bilgisayar, radyo gibi araçların olmadığı dönemlerde, uzun kış gecelerinde insanlar bir araya gelerek sohbet meclisleri oluştururlar (“Gönül ne kahve ister ne kahvehane/ Gönül sohbet ister kahve bahane” sözü de bu geleneği hatırlatmaktadır.). Gelibolulu Mustafa, kış mevsiminde soğuğun tesirini azaltmak ve vakit geçirmek için bir araya gelerek kahve içen insanlardan söz eder:

El ayak tutmaz oldı sermâdan

Kahve-nûş oldı cümle ehl-i safâ[2]

(sermâ: kış, soğuk; kahve-nûş: kahve içmek; ehl-i safâ: eğlence ehli)

Divan şiirinin toplum hayatıyla ilişkisini ortaya koyan bu tür beyitler dışında, müstakil olarak kaleme alınan eserler olduğunu da belirtmek gerekir. Bahar mevsimi eğlencelerine yer veren bahâriyyeler, bayramları konu alan ıydiyyeler, ramazan gün ve gecelerini işleyen ramazâniyyeler, düğün ve eğlence hayatlarını anlatan sûrnâmeler, ekonomik sıkıntı, savaş, sel, yangın, deprem gibi toplumsal olayları dile getiren kaside ve mesneviler, şiir-toplum ilişkisini göstermesi bakımından ayrıca önem arz etmektedir.

Sonuç olarak divan edebiyatı hayatın gerçeklerinden kopuk soyut bir edebiyat olmakla itham etmek bizim için kolaya kaçmaktır.

[1] Muhammet Kuzubaş, Nev’izâde Atâyî’nin Sâkînâme Mesnevisi, (Doktora Tezi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi), Samsun 2007.

[2] Kudret Altun, Gelibolulu Mustafa Âlî ve Divânı, Özlem Kitabevi, Niğde 1999, (11. Kaside).